En Mükemmel Ahlâk, Başta Gelen Mucizelerdendir
Allah Teala’nın terazisinde mükemmel ahlâkın pek büyük önemi vardır. O’nun, mutlak resûlü, evrensel elçisi Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’i mükemmel ahlâk sahibi olarak nitelendirmesi ve bu özelliğini, peygamberliğinin başlıca delili kılması bu gerçeği göstermektedir.1 Mükemmel ve muazzam ahlâk, yani "huluk-i azîm" güzel ahlâktan daha ileri olduğundan Cenab-ı Allah bu sıfatı kullanmıştır. Bütün âlemlere ve insanlığa rahmet olarak gönderilen ilâhî rehberin başlıca vasfı, O'nun bu mükemmel ahlâkıdır.
Tebliğ ettiği dinde olduğu gibi, o dini tebliğ eden peygamberin şahsiyetinde de mükemmel ahlâk ön plandadır. İslâm dininde en çok vurgulanan hususlar; tevhid, manen kötülüklerden arınma, maddi temizlik, adalet, sevgi, şefkat, dürüstlük, ihlas, sözünde durma, davranışların söyleme uygun olmasıdır. Şirk, yalan, zulüm, hile, aldatma, insanların hakkını yeme, fitne çıkarma başta gelen haramlardandır. Bu dinin hükümleri, insanların bilinçlerinde, vicdanların derinliğinde, fert, toplum ve devletlerarası ilişkilerde güzel ahlâka uygunluğu hedeflemektedir. Bu dinin Peygamber'i (sallallahu aleyhi ve sellem) "Ben, sadece güzel ahlâkı kemale erdirmek için gönderildim"2 buyurur. Böylece O, risaletinin başlıca gayesinin mükemmel ahlâkı gerçekleştirmek olduğunu açıkça bildirmiş olmaktadır. Bir başka deyişle, peygamberliğini böylece özetlemiş olmaktadır. O'nun ahlâk telakkisi, eşi bulunmaz bir ahlâk anlayışıdır.
Çünkü bu ahlâk O'nun kendi muhitinden veya dünyanın herhangi bir bölgesinden, örf ve âdetlerden gelen bir ahlâk değildir. Bu ahlâk, semavî vahiyden kaynaklanmaktadır. Ondan kaynaklandığı gibi, yine ona dayanmakta, yaptırımlarını da ondan almaktadır. Allah’ın ahlâkından kaynaklanarak, insanların da takatleri ölçüsünde, o ilâhî ahlâkı uygulamalarını istemektedir. Böylece insanlıklarının en yüce hedefini gerçekleştirerek Yüce Yaratıcı’nın, kendilerini çıkardığı "Ahsen-i Takvim", en güzel yaratılış ve yeryüzü halifeliği makamına layık olduklarını ortaya koymalarını beklemektedir.3 İşte bu ahlâk, kemali ile, cemali ile, dengesi ve ideal şekli ve devamlılığı ile Hz. Peygamber (sallalahu aleyhi ve selem) Efendimiz’de tecelli etmiştir.
Fikren yükselip O’nun siretine toplu bir bakış yapacak olursanız yüce ahlâkından meydana gelen nice parlak deliller bulursunuz. Şimdilik az miktarda bazı örneklerle yetinebilirsiniz. Sadece bunları göz önüne getirmekle tertemiz, dürüst, ağırbaşlı, bilmediği hususta tek söz söylemeyen, gördüğünü gizlemeyen, kendisini övenlere kulak vermeyen ve büyüklerin süsü olan tevazuu, liderlerde eşine nadiren rastlanacak derecede açık sözlülüğü, âlimlerde bile az rastlanacak derecedeki titizliği ile arz-ı endam eden bir şahsiyet karşısında olduğunuzu anlamakta gecikmezsiniz. Böyle bir zat ne aldanır, ne de aldatır! Haşa!
Bir insan ne kadar sun’i davranırsa davransın; kızdırıldığı, zorlandığı, daraldığı, muhtaç olduğu, arzusuna kavuştuğu veya güvendiği biriyle baş başa kaldığı zaman, işlerinde ve sözlerinde, esas fıtratını gösteren, “ne mal olduğunu” ortaya koyan birtakım davranışlardan hâli olmaz. Şairin dediği gibi:
“Bir huy insanda bulununca, başkalarının fark etmediğini zannetse de bir şekilde bilinir.” Hayatının her safhasında, sahibinin şahsiyetini parlak bir ayna gibi gösteren bu “Peygamber yaşayışını” ne zannediyorsunuz? Bu öyle bir aynadır ki dışından içini gösterir. O’nun her bir sözünde, her bir davranışında, doğruluk ve samimiyetin tezahür ettiğini gösterir. Hatta O’na bakan zeki ve anlayışlı bir kimse, konuşmadığı ve bir iş yapmadığı zaman bile, O'nun gidişatında kendini gösteren yüce ahlâkını temaşa edebilir. İşte bundandır ki Yüce Allah’ın, kalblerini İslâm’a açtığı Ashab-ı Kiram'ın (radiyallahu anhum) çoğu, O’ndan söylediklerine delil istememiş, buna lüzum hissetmemişlerdi. Onlardan bir kısmı, beraber yaşayarak siretini, gidişatının yüceliğinde bulmuş, bir kısmı ise uzaktan gelip de mübarek simasında O'nu tanımışlardı.4 Abdullah ibn Selam (radiyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Medine’ye geldiği sıra, halk O’na doğru koşuştu. “Resûlullah geldi! Resûlullah geldi!” diye bağrıştılar. Ben de gidenlere katıldım. Derken kalabalık arasında O’nun simasını seçince anladım ki bu yüz, bir yalancının yüzü olamaz”5
Hz. Peygamber (aleyhisselam)’ın nübüvvetinin delilleri pek çoktur. Yaşadığı dönem itibarıyla hem geçmiş zamandan hem yaşadığı dönemden hem de gelecek zamandan peygamberliğini ispatlayan alâmetler vardır. Bütün bunları ayrı bir tarafa bıraksak bile sadece kendisinin zatı, peygamberliğini ispata kâfidir. Bunu anlamak için şu dört esası göz önünde bulunduralım:
1- Sun’i (yapay) bir şey ne kadar başarılı olursa olsun, tabiî olanın yerini tutamaz. Arada bir meydana çıkan başarısızlıklar, verilen açıklar dikkatli eleştirmenlerin gözlerinden kaçmaz.
2- Yüksek ahlâk, hakikat toprağında ancak ciddiyet ile kök salar. Onun, hayatını devam ettirmesi de ancak doğrulukla mümkün olur. Dürüstlük ortadan kalkar kalkmaz kuvvetli bir rüzgarın savurduğu kuru yapraklar gibi uçar gider.
3- Aralarında uyum olan varlıklar birbirini cezb eder, onların duyguları birbiriyle bütünleşir. Zıt şeyler ise birbirini iter, birbirinden uzaklaşır.
4- Tek tek parçalarda bulunmayan özellik, bütünde bulunur; yüzlerce zayıf, ince ipten meydana gelen sağlam urgan gibi.
Bu prensiplerin ışığında Peygamber Efendimiz’in hayatının akışını incelediğinizde siz de mükemmel ahlâkın bütün dallarının onda toplandığını, hatta kendisine muhalif olanların bile buna tanıklık ettiklerini göreceksiniz. Bu kadar güzel meziyetin bir arada bulunması insanda öyle güçlü bir şahsiyet ve özgüven meydana getirir ki böyle bir kişilik sahibi değersiz ve küçük şeylere asla tenezzül etmez. Melaikelerin yüceliği, onların arasına şeytanların karışmasına imkan vermediği gibi, bu mükemmel ahlâkın teşkil ettiği güçlü kişiliğe de hile ve yalan asla yol bulamaz. Güzel ahlâkın yüz kadar dalından biri olan “şecaet”i ele alalım. Cesurluğu dillere destan yiğit bir kişinin, yalan söylemeye tenezzül edeceği kolay kolay düşünülemez. Çünkü yalan, korkakların işidir. Hele yiğitliğin yanında, diğer güzel ahlâk çeşitlerine de sahip olan bir zatın yalana tenezzül etmesi hiç mi hiç düşünülemez.6
Anlaşılacağı üzere, Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Güneş gibidir. Berrak bir gökyüzünde parlayan Güneş’in varlığına, kendisinden başka bir delil aranmaz. Onun dört yaşından kırk yaşına kadar geçirdiği çocukluk, gençlik, olgunluk gibi hayatının bütün safhalarını inceleyiniz. Daima dürüst, dengeli, iffetli, vakarlı, mütevazı bir hayat geçirdiğini göreceksiniz. Kırk yaşından önceki hayatı böyle olduğu gibi, ondan sonra dünyada benzeri görülmemiş inkılabı gerçekleştirdikten sonra da aynı tutumu devam ettirdiğini göreceksiniz. Mesela kendisine ve mü’minlerine çektirmedikleri işkence ve düşmanlık kalmayan, onları vatanlarından kovan, öldüren zalim müşriklerin bulunduğu Mekke’ye zaferle girerken tevazudan başını önüne indirip müstahak oldukları idam cezasını bekleyenlere “Bugün sizleri kınamıyor, Allah için serbest bırakıyorum!” deyişine bakınız! Bu, peygamber olmayan bir insanda görülmesi mümkün olmayan bir mazhariyettir. Şu halde o, Allah Teala’nın, insanları irşad için gönderdiği bir peygamberden başka biri değildir.
Her insan, şahsî hayat tecrübesiyle şunu gayet iyi anlamıştır ki mükemmel ahlâk dallarından birinde zirveye ulaşmak son derece güçtür. Bunlardan mesela “dürüstlük”ü ele alalım. Bir ay boyunca söylediği binlerce sözde, yaptığı binlerce işte, binlerce davranışta, bu müddet zarfında karşılaştığı binlerce insanla olan ilişkilerinde hiç yalan söylemeyen, dürüstlüğün zirvesinde devam eden kaç insan vardır? Binde bir, hatta milyonda bir zor bulunur. Elimizi vicdanımıza koyarak söylersek, böyle olduğunu kabul ederiz. Hele bu süreyi bir yıla, on yıla, ömür müddetine çıkarırsak doğruluğun zirvesinde devam edenin bulunamayacağını söyleyebiliriz. Şimdi dürüstlüğün yanına tevazu, adalet, şefkat, sevgi, vefa gibi hasletleri de koyalım. Bunların her birinde zirveye çıkmak ve hayatının bütün dakikalarında, binlerce insanla münasebetlerinde bu üstünlüğü devam ettirmek âdeta imkansızdır. Demek ki yüzlerce mükemmel ahlâkı zatında toplayıp bunları hep zirvede temsil etmek, ancak Resûlullah’a verilecek ilâhî bir mazhariyettir. Bütün âlemi bir insanda toplamak ve onu âlemlere rahmet yapmak, Rabbulâlemin için zor değildir. Bu mazhariyet, O’nun, Elçisine verdiği başta gelen mucizelerindendir. İşte çok çeşitli karakterlere sahip on binlerce insanı etrafında toplayan, kendisini onlara sevdiren, O’nun yolunda mallarını ve canlarını feda ettiren sır, O’nun bu mükemmel ahlâkı olmuştur.
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in, mükemmel ahlâk sahibi olmasından başka, bu kabilden başka bir mucizesi daha vardır. O da ashabını güzel bir tarzda eğitmesi ve onları diğer insanlar için numune-i imtisal kılmasıdır. Evet, o Yüce Peygamber mükemmel ahlâkın zirvesine çıkmakla yetinmemiş, öteki insanları da düşünmüş, ashabını da güzel ahlâk yolunda ilerletmiş, nesilleri yetiştirmeyi metot olarak benimsemiştir.7 Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali (radiyallahu anhüm) bu binlerce ashabın başında gelir.
Bilindiği gibi, sigara içmek gibi küçük bir alışkanlığı, küçük bir toplumdan, tam olarak kaldırmak son derece zordur. Büyük ve pek otoriter bir devlet, pek büyük bir gayretle, son derece sıkı bir takiple belki netice alabilir. Oysa Hz. Peygamber (aleyhisselam) çok kökleşmiş alışkanlıkları, âdetlerine taassupla bağlı, inatçı ve pek büyük toplumlardan kaldırmıştır. Hem de zahiri az bir kuvvetle, küçük bir gayretle, kısa zamanda o kemikleşmiş asırlık âdetleri söküp atmış ve onların yerine güzel hasletleri yerleştirmiştir. Cehalet, puta tapıcılık, ırkçılık, anarşi, kan davası, yağmacılık, fuhuş, tefecilik gibi yüzlerce kötü âdeti kaldırıp yerlerine tevhid, ihlas, ilim, özgürlük, şefkat, eşitlik, kardeşlik, adalet, tevazu gibi faziletleri benimsetmiştir. O’nun Asr-ı Saadetini görmek istemeyenlere diyoruz ki: İşte meydan! İşgal, ırk ayrımı ve terörün etkisine maruz Filistin gibi bir ülkeye gidiniz, yüzlerce danışman ve uzman da alınız. O zatın o zamanda gerçekleştirdiği olumlu dönüşümün yüzde birini yapıp yapamayacağınızı görelim.
Bundan ötürüdür ki Hz. Peygamber (aleyhisselam)’ın şahsiyetinde kendisini gösteren bu mükemmel ahlâktan, gayr-i müslimlerin bile etkilendiğini görüyoruz. “Asıl fazilet, düşmanların dahi tanıklık ettiği meziyettir.” Yüzlerce ecnebiden iki kişiyi dinleyelim. Bunlardan birisi ünlü Rus düşünür ve edebiyatçı L. Tolstoy’dur. O İslâm ahlâkına dair 93 hadis-i şerif toplayıp (İngilizce çevirisinden) Rus diline tercüme etmiş ve 1908 yılında bunu yayımlamıştır. Tolstoy’u cezbeden İslâm’ın fıtrata uygun inanç esasları ile güzel ahlâka verdiği önem olmuştur. Yelena Yetimovna’ya (Vekilova) yazdığı 15 Mart 1909 tarihli mektubunda8 Tolstoy şu ifadeye yer vermiştir: “Bunu söylemek ne kadar tuhaf olsa da, benim için Muhammedî’lik, Haça tapmaktan (Hıristiyanlık’tan) mukayese edilemeyecek kadar yüksekte duruyor. Eğer insan, seçme hakkına sahip olsaydı aklı başında olan her Provaslav (Hıristiyan) ve her bir insan, şüphe ve tereddüt etmeden Muhammedî’liği, tek Allah’ı ve O’nun Peygamberini kabul ederdi”9
İngiliz şarkiyatçı H. A. R. Gibb de şöyle der: “Diğer peygamberler gibi Muhammed’in nazarında da gerçek imanın başlıca ölçüsü faziletler ve davranışlardır. Herhangi biri çıkıp da Kur’ân’ın, ahlâkî faziletler hususunda pek ısrarlı olmadığını iddia edecek olursa onun hatalı olduğunu kesinlikle söyler ve şu yüce âyette faziletin pek kapsamlı tarifine kulak vermesini isteriz: “Fazilet (iyilik) yüzlerinizi doğuya ya da batıya doğru çevirmek değildir. Asıl iyilik Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere iman eden, hoşlandığı malını Allah’ı hoşnut etmek için yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalan gariplere, isteyenlere ve boyunduruk altında bulunup hürriyetine kavuşmak isteyen köle ve esirlere veren, namazı hakkıyla ifa edip zekatı veren, sözleştiği zaman sözünde duran, hele hele sıkıntı ve hastalık hallerinde, savaşın şiddetleri esnasında sabreden kimselerin davranışıdır. İşte onlardır imanlarında samimi olanlar ve işte onlardır Allah’ı sayıp günahlardan korunan takvalılar”10
Şu halde fazilet, gerçek imanın tacıdır. Müslüman, yaptığı bütün işleri Allah’ın gördüğünün bilincinde olup bütün niyet ve davranışlarında O’nun gözetimi altında olduğuna göre hareket eder.”11
Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) geldiğinde insanlar fazileti mal ve nesepte biliyorlar, takvanın lezzetinden ve ruhun hazzından bir şey anlamıyorlardı. Zühd, kanaat ve dünyayı küçümseme örneğini de bizzat O verdi. İnsanları bu durumdan kurtardı. Onların içinden, ruhî hayata öncelik veren, dünyayı daha ulvî bir hayata vasıta kılan zahid ashabını yetiştirdi. O, fakirliğinde, zenginliğinde; kuvvetli iken, zayıf iken, mahallesinde üç yıl boyunca bütün akrabalarıyla beraber boykota maruz kaldığında, Medine’ye iltica ederken, İslâm devletini kurarken ve kurduktan sonra, bütün Arap ülkesinin mal ve mülküne sahip olduktan sonra da hep bu örneği vermeye devam etti. Sultanlar gibi verip atiyyeleri ile fakirleri zengin ederken yatağı hasır, yiyeceği arpa ekmeği olan evine yine öylece dönerdi.
“İşte bu, Büyükler Büyüğü'nün dünyaya bakışıdır. O yüksek bakıştır ki maddî hayatın gerçek yüzünü örten perdeleri yırtmıştır. Kendisine tâbi olanlar çoğalıp dini yayılınca da yine o bakış, gönülleri; ağız, burun ve karın zevkinden daha yüce olana açmış, insan ruhu bu perdeleri aşarak yükselmiş, onda ilâhî nur tecelli etmiş ve ufuklar genişlemiştir. Yüksek fıtratlı ruhlar, Resûlullah (aleyhisselam)’ın terbiyesiyle bu varlığı aydınlatmış; dünya, ilk İslâm devletinde zühdün, kanaatin, adaletin, eşitliğin, iyiliğin ve temiz yaşayışın en güzel örneklerini görmüştür. Yamalı elbiseler içinde İran ve Roma krallarını kıskandıran Hz. Ebu Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.) bunun misalleridir.”12
Makalemizi şöyle özetleyebiliriz:
1- Bu güzel hasletler ve ahlâkın bütün dallarındaki mükemmellik, sahibini kötülerin âdeti olan yalan ve riyadan korur. Şu halde ahlâkı bu mertebede yüksek olan ve başka mucizeleri de bulunan bu zat, en doğru sözlü insandır. Alçakların âdeti olan yalan ve hileye tenezzül etmez.
2- İslâm’ı iyi öğrenmek ve iyi anlamak isteyenler, O’nun bildirdiği ahlâkî faziletlere bakarak bu dini daha kolayca tanıma imkanı bulurlar.
3- Bütün bunlardan başka, herhangi bir ahlâkî fazileti öğrenen insan, onu kendi hayatında uygulama imkanına sahiptir. Oysa Peygamberimiz’in diğer mucizeleri için bu durum söz konusu değildir. Dolayısıyla, Efendimiz’i, ahlâkî faziletleri yönü ile tanımaya da özel bir ihtimam göstermek gerekir.
4- Bundan ötürü İslâm’ı her şeyden önce, onun Yüce Peygamberi (sallallahu aleyhi ve sellem)’in şahsiyetinde görünen mükemmel ahlâk vasıtasıyla tanıtmamız münasip olur. Bu da yetmez; o mükemmel ahlâkı kendi yaşayışımızda uygulamamız da lazım gelir. Eğer Müslümanlar, Peygamberlerinin öğrettiği mükemmel ahlâkı tatbik ederlerse ecnebilerin kafileler halinde İslâm’a girecekleri kesindir.
Tevfik Allah’tandır.